Kitaplar Üzerine



Uzun zamandır kitaplar üzerine düşünüyorum. Kitap okumanın çağ dışı olduğunu dile getirme cüreti gösterenlerin türediği bir zamanda kitaplara fazla mı anlam yüklüyorum diye soruyorum kendime. Teknolojinin alıp yürüdüğü bir dönemde en temel bilgi edinme şeklinin kâğıt üstüne mürekkep baskıdan ibaret olması çok hoşuma gidiyor. Bu kitap kokusu romantizmi değil yanlış anlaşılmasın. İnsan isterse kanatlanıp uçsun, bir yerde ilkel şeklinden hiçbir şey kaybetmemiş bu bilgi edinme aracına görünmez iplerle bağlı.

Son dönem benim de kullandığım e-mürekkep teknolojisi ile üretilen, kitap sayfasına birebir benzeyen, göz yormayan, binlerce kitabı yanınızda taşıma imkânı veren e-kitaplar çıktı. Yaygınlaşmasına rağmen matbuu kitabın yerini alamamış görünüyor. Nedenini tabii ki insanın tükettiğini hissetme duygusuna bağlıyorum. Yani biz o sayfaları elimizle çevirip bitirip kütüphanemize kaldırmadan içimiz rahat etmiyor. Ayrıca tek tıkla bir e-kitabı silebilirsin ama satın aldığın bir kitabı yok etmek o kadar kolay değil. Bu da dünya üzerinde bilginin kalıcılığının maddesel karşılığı gibi bir şey değil mi?

“ Bilimin Kalbi” diye bahsedilen İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılması geliyor aklıma. Eşi benzeri olmayan elyazmalarının yok olmasının günümüze etkileri olmuştur kuşkusuz. Bugün kitapların yakılması hala barbarca gelse de eskisi kadar tehlike arz etmiyor çünkü her kitabın binlerce baskısı var. (Murat Menteş hariç. Bin adet bastırdığı kitaplarının kopyalarının ender(!) kitapların satıldığı kitap sitelerinde 350 tl’ye alıcı bulduğunu görünce duvara boş boş bakmıştım. )

Kitapların herkese ulaşılabilir olmasının onları değersizleştirmeyeceği kanaatindeyim. Kişisel bir kütüphane oluşturmak için çabalıyorum. Bir sonraki nesile ben de iyi bir şeyler bırakmalıyım. Çünkü ailemden bana enfes bir kütüphane kaldı. Yani ben o gün inancımla ilgili kafa karışıklığına düşsem veya babama “ biz kimiz? “ diye sorsam kütüphanemizde bu durumu açıklayacak kitaplar mevcuttu. Benimsediğimiz ideolojiyi öğrenmek istesem konuyla ilgili en yetkin kişilerin kitaplarını bulmak için uğraşmama gerek yoktu. Üstelik ansiklopedi çağı çocuklarıydık biz. Tak diye internetten binlerce sonuca ulaşmamıza imkân yoktu. Bu yüzden evde bulunan kitaplar altın değerindeydi.

Okumayı sevmek aileden geliyor. Bunu yaşarak öğrendim. Annem ve babam düzenli kitap okuyordu. Evde her daim Cumhuriyet Kitap eki ve ekle verilen kitaplar olurdu. Gazete okunurdu. Okudukları hakkında sohbet ederlerdi. O sohbetlere katılmak istemekle başladı sanırım okuma serüvenim. Babamın kitaplarla tanışması da benzer bir durum. Köyde doğup büyümüş biri kitapla okulda tanışır genelde. Babam biraz daha farklı tanışmış. Kütüphanemizde gözüm gibi baktığım bir kitap var. Eski Türkçe. Fuzuli’nin Saadete Ermişlerin Bahçesi. Hikâyesini daha önce Twitter’da anlatmıştım. Babamın amcasının kitabı. Köyde eskiden babamın dedesinin evinde toplanılır kitap okurlarmış. Babamın dedesi ve amcası eski türkçe bilen az sayıda kişilerdenmiş. Onlar okur diğerleri dinlermiş. Bunu ilk duyduğumda çok etkilenmiştim. Bir köy evinde toplanıp Fuzuli okumak nereden bakarsan bak bugün bile fantastik geliyor insana. Tabii Fuzuli ile sınırlı değilmiş kitaplar ama bana kadar sadece o gelebildi. Hatta bir ara ben de kaybettim fakat peşine düşünce tekrar kütüphanemdeki yerini aldı. Yani babam böyle bir evde büyümüştü ve o ortamda ilk zehri kapmıştı :)

Şimdi çocukları kitap okumuyor diye yakınan ailelerin aslında kendileri de kitap okumuyor. Hayatımıza akıllı telefonlar girdiğinden beri okuma oranı düştü. Bunu ben kendimde de gözlemliyorum. Evet kitap satın alma oranı yüksek eskisi gibi değil ama ne derece kaliteli kitap alınıyor ve okunuyor bilmiyoruz.

Kaliteli şeyler okuma konusunda öğretmenlerle ailelere çok şey düşüyor. Doğru yönlendirme yapmak lazım. Ben çocukluğumda kitap özeti yazmaktan nefret ederdim. Hatta öğretmenin verdiği bir okuma parçasının özetini yazmamızı istediğinde bir kağıda “ Bir ağaç ve iki karga var” yazmıştım. Unutmuyorum çünkü öğretmen tahtaya kaldırıp yüksek sesle okutup sonra da epey kızmıştı. Oysa ben yazmaya doğuştan teşneydim. Hatta Uğur’un doğacağını öğrendiğimde oturup düşüncelerimi yazmışım. Yaş 8. Annem hala kendi hatıra defteri arasında saklar o kargacık burgacık çokbilmiş küçük hanımın kardeşi için yazdıklarını. Yani bir kitabın özetini yazmak benim için işten bile değildi ama öğretmenin direttiği okuma parçası ile istediği kelime sayısında özet yazmak o an çok zorlama gelmiş olmalı.

Bazen tek metodla insanları doğru yere sevk edemiyorsun. Ben bugün öğretmen olsaydım (branşım fark etmez) her öğrencime kendi seçtikleri bir deftere okudukları kitapla ilgili bir kelime, bir cümle de olsa yazmalarını isterdim. Kendi cümleleriyle. İlk başta kopya çekerler, belki o defter boş kalır ama o deftere tek kelime yazılsa da kazanımdır diye düşünüyorum. Açıkçası kitapların altının çizilmesinden hiç hoşlanmıyorum. Eğer o gün okuduğu 3 sayfada etkilendiği bir cümle varsa okuduktan sonra bunu o deftere aktarmasını daha sağlıklı buluyorum. Hem ileride dönüp baktığında ne okumuş, o kitap onu ne şekilde etkilemiş görebilir.

Çocuklar okumayı sever ama bazen hiç ilgilenmedikleri bir alanı ona okutmaya çalışıyorsunuzdur, bundan dolayı tüm girişimleriniz başarısız oluyordur. Denemek lazım. Ebeveyn değilim ama kardeşimle aramda 8 yaş var. Onunla yaşadıklarımız bugün benim için çok büyük tecrübe. Oradan yola çıkarak, biraz da uzun süredir düşündüklerimi içimden atmak amacıyla yazılmış bir yazıdır bu.
Kitapları sevelim, doğayı koruyalım, ayıyı öpelim :)
Sevgiler.

Yorumlar

Popular Posts

Nobahari

Ben, Kirke

Ahlat Ağacı